Ticaret hukuku, hukukun, ticaretle ilişkili tüm mevzuatı kapsayan bir alt dalıdır. İşletmeler, tacirler, bireyler arasındaki ticari ilişkileri, alışverişi ve tarafların haklarını düzenler.[1]
Hükümler ülkemizde, temel olarak Ticaret Kanunu‘nda toplanmıştır (2011’da 6102 sayılı yasa). Ayrıca Sermaye Piyasası Kanunu, Banka Kartları ve Kredi Kartları Kanunu ticaret hukuku kanunlarındandır.
Ticaret hukukunun genel kavramları tacir, ticari işletme, ticaret sicili, ticaret unvanı, haksız rekabet, ticari defterler, cari hesap, ticari işler tellallığı, acentelık, ticaret ortaklıkları başlıklarında tanımlanır.
Ticaret ortaklıkları kolektif, komandit, anonim, limited, kooperatif ortaklıklarıdır. Belgelerle ilgili hukuk, kıymetli evrak başlığında toplanmıştır. Düzenlenme biçimleri nama yazılı ve hamiline yazılı olur.Poliçe, bono, çek, emtia senetleri ve taşıma senetleri kıymetli evrak türlerindendir.
Deniz ticaret hukuku, sigorta hukuku (sosyal sigorta hariç) diğer ticaret hukuku konularıdır.
Tarihçe
Ticaret Hukuku pek çok hukuk dalına göre çok geç tarihlerde ortaya çıkmıştır (1500’lü yıllardan başlayarak şekillenmiştir).[2] Ticaret kavramı neredeyse insanlık tarihi kadar eski olmasına rağmen bu konuyu düzenleyen bir hukuk dalının neden bu kadar geç ortaya çıktığının doğru anlaşılması önemlidir.
İnsanlık tarihi içerisinde gücün ölçüsü çok uzun bir süre boyunca toprak olmuştur. Toprak ve üzerindeki hayvan sürüleri ile kölelerin sayısı soylu sınıfın gücünü ve soyluluk iddialarının temelini oluşturmuştur. Yani bir insan o dönemlerde ne kadar toprağa ve üzerinde ne kadar hayvan sürüsüne, ne kadar köleye sahipse o kadar güçlü ve o kadar nüfuz sahibidir. Devletler için de benzer bir durum söz konusudur. Bir devlet ne kadar çok toprağa sahipse o kadar güçlü olmuş ve ele geçirdiği ülkelerden aldığı vergiler ile sağladığı insan gücü devletin gücünü belirleyen şey olmuştur. Para çok eski çağlarda bulunmuş olmasına rağmen daha fazla toprağa ulaşmanın ve daha çok toprak almanın bir aracı olarak algılanmıştır. Köleler tıpkı hayvan sürüleri gibi soylu sınıfın ekonomik gücünün arasında yer almıştır. Köleler iktisadi olarak değerli varlıklardır. Bu nedenle kölesi hastalandığında efendisi onun iyileşmesi için elinden geleni yapar. Çünkü köle onun için çalışmaktadır. Bu düşünce yapısı içerisinde bugünkü anlayışın tersine efendi sınıfın çalışması ayıp sayılmıştır. Çalışmak daha doğrusu fiziksel çalışma yapmak, emeğe dayalı işler görmek kölelerin ve alt tabakadan insanların yapacağı işler olarak algılanmıştır. Ticaret de bu anlayışın içerisinde aynı bakış açısıyla değerlendirilmiştir.
Devletler fetih toplumu anlayışla başka ülkeleri ele geçirmeye çalışmıştır. İnsanlar da devletlerinin toprak büyüklüğü ile övünmüştür. Büyük imparatorluklar kurulmuştur. Roma, İskender, Selçuklu, Osmanlı, Cengiz, Çin, İngiliz Sömürge İmparatorlukları gibi…
Böylece bu anlayış binlerce yıl boyunca devam etmiş ancak 1600 ve 1700’lü yıllardan itibaren hızlı bir biçimde değişmiştir. Bu yıllarda Reform, Rönesans, Fransız İhtilali, Coğrafi Keşifler, Sanayi devrimi hep peş peşe gelmiştir. Bu dönüşüm süreci içerisinde ticaretle uğraşan, böylece sermaye birikimini sağlayan Burjuva sınıfı ortaya çıkmış ve toprağa dayalı güç anlayışını reddetmiştir. Burjuva sınıfı kesinlikle soylu sınıf olmayıp sonradan ticaretle zengin olmuştur.[3] Kendisine atalarından toprak miras kalmamıştır. Kendi yeteneği ve çalışmasıyla zengin olmuştur. Erken dönemlerde Burjuva sınıfı da elde ettiği parayla o günün anlayışına uygun olarak toprak satın almaya çalışmıştır. Daha ileri zamanlarda Burjuvazi asıl gücün toprak değil para olduğunu net bir biçimde kavrayarak toprağa dayalı güç ve mülkiyet anlayışını bütünü ile reddetmiştir. (Gerçekten de günümüzde devletlerin gücü sahip oldukları toprakların büyüklüğü ile ölçülmez. Pek çok küçük ülke kendisinden kat kat büyük başka ülkelerden her açıdan daha güçlü olabilmektedir. Bireysel olarak insanlar için de benzer bir durum söz konusudur. İnsanların zengin olabilmesi için toprak günümüzde bir zorunluluk değildir. Hisse senedi, banka hesabı hatta sahip olduğu yolcu uçakları bir kişiyi son derece zengin ve nüfuz sahibi yapmaya yetebilir.)
Toplumsal sınıfların çıkarları birbiri ile çatışır. Yeni doğan bir toplumsal sınıf da kendisinden önceki toplumsal sınıflarla çatışacaktır. Burjuva sınıfı ülke yönetiminde söz sahibi olmak istemiş, soylu sınıf buna şiddetle karşı çıkmıştır. Bu çatışma bazen düşünsel olarak bazen siyaseten hatta bazen de gerçek anlamda silahlı mücadele şeklinde olmuştur. Soylu sınıf sahip olduğu topraklara geleneksel olarak ve çoğu zaman atalarının mirası olduğu için duygusal bir bağ ile bağlıdır. O dönemki anlayışa göre bu toprakları satmayı asla düşünmez. Ancak soylu (asil) kişi toprak üzerindeki çalışmayı asla kendisi yapmaz. Aristo bugüne ulaşan eserlerinde çalışmanın soylular için iğrenç bir iş olduğunu söylemiştir. Aristo’ya göre bu iğrenç işi ancak köleler ve ayak takımı tabir ettiği toplumun en alt kesimindeki insanlar yapmalıdır.[4] Ülkeyi soylular ve seçkinler sınıfının yönetmesi gerektiğini savunmuş bunun içinde sanatla, siyasetle, bilimle, edebiyatla, müzikle uğraşmaları gerektiğini öne sürmüştür. Fakat bu arada bedensel çalışmayı bıraktıkları için hantallaşıp aşırı kilo alma sorunlarıyla karşılaşacaklardır ve sağlıkları bozulacaktır. Bunun için ise soylu sınıfa spor yapmalarını tavsiye etmiş ve ilk spor salonlarının açılmasına öncülük etmiştir. Sporun ve jimnastiğin yaygınlaşmasına ön ayak olmuştur.(İstanbul’un fethi ile bu düşünce tarzı Osmanlı toplumunda da örneklenmiş ve biraz biçim değiştirerek Ticaret yapmak Müslüman halk için ayıp sayılmıştır. Bu yaklaşım aslında İslam Dini’nin ticarete bakış açısına bütünüyle aykırıdır.) Böylece ticaret azınlıklar tarafından yapılmıştır. Burjuva sınıfı ise emeğini, bedensel çalışmasını da ortaya koyduğu için soylu sınıfın tepkilerine maruz kalmış, hatta aşağılanmıştır. Soylu sınıf ülkeyi yönetimde söz sahibi olmak isteyen Burjuvaziyi baldırı çıplaklar, görgüsüzler olarak nitelemiş ve onları siyasetten, sanattan anlamayan bir kitle olarak görmüştür. Fakat Burjuvazi ilerleyen zamanlarda daha da güçlenmiş ve toplumsal konumunu sağlamlaştırmıştır. Böylece sınıf bilincine ulaşmıştır. Dolayısıya ticaret artık toprak mülkiyetinden daha önemli bir konuma gelmiştir.
Bir örnek vermek gerekirse Burjuva sınıfının güçlenmesi üzerine İngiliz Parlamentosunda zaten var olan Lordlar Kamarası’nın yanı sıra seçim ile oluşturulan Avam Kamarası kurulmuştur. Her ne kadar bütün halkın seçilme şansı var olsa da özellikle ilk dönemlerde Avam Kamarası’nın büyük çoğunluğu zengin tüccarlardan oluşmaktaydı.Diğer bir örnek ise Amerikan Kuzey-Güney iç savaşıdır. Amerika kıtasına sanayileşme kuzeyden girmiş, ABD’de kuzey eyaletleri çok sayıda fabrika kurmuş fakat çalıştıracak işçi bulamamıştır. Avrupa’dan gelen işçiler de yeterli olmamıştır. Bunun üzerine ucuz iş gücü oluşturmak amacı ile köleliğin kaldırılmasını istemişlerdir.[5] Tarım ve hayvancılıkla uğraşan güneydeki toprak sahipleri buna karşı çıkmıştır. Ellerindeki köleleri kaybetmek istememişleridir. Böylece bir iç savaş çıkmıştır. Mavi üniformalılar (Yankee’ler) ve Gri üniformalılar (Dixie’ler) olarak da bilinen iki ordudan oluşan bu eyaletler savaşı sonunda kuzey galip gelmiş ve kölelik kaldırılmıştır. Köleliği kaldıran yasayı onaylamasının ardından ABD başkanı Abraham Lincoln bir hafta sonra gittiği bir tiyatro oyunundan çıkarken suikast sonucu öldürülmüştür.[6] Fakat buna rağmen yasa yürürlüğe girmiş, özgürleşen köleler karın tokluğuna günlük yevmiye ile uzun çalışma saatleri ile buldukları ilk fabrikaya işçi olarak girmişlerdir.
Tam da bu dönüşüm sürecinde artık patron anlayışını da ifade etmekte olan Burjuva sınıfı kendi hukukunu istemiştir. Gerçekten de ilk ticaret hukuku örnekleri ticareti düzenlemekten daha çok tacirlerin haklarını korumayı amaçlamıştır. Bu süreç içerisinde Avrupa’da Merkantilizm akımı ortaya çıkmıştır.